Demokratikleşme yolunda, cinsiyetler arası eşitliğin gerektiği, sıklıkla vurgulanmaktadır. Nitekim ister klasik demokrasi isterse temsili olsun, demokrasi tarihi boyunca bu eşitsizliğin mağdur tarafını kadınlar oluşturmuştur.

Sosyal yaşamda kadının eşit haklara sahip olabilmesi adına bazı hakların hukuksal güvenceye dayanması gerekmektedir. Fakat her şeyden önce kadının toplum genelinde cinsiyet ayrımına tabi tutulmaması, ayrımcılığa uğramaması adına eşitlik algısının oluşması zorunludur.

Kadının toplum genelinde alışılmış cinsiyet rolü aslında eski çağlara dayanmaktadır. Kadın, yaşamın yaratıcısı ve üreme gücünün merkezi olarak algılanmıştır. Bu durumsa geçen süreç içerisinde kadının eve bağlanmasını, bir meslek sahibi olsa dahi sırf cinsiyeti sebebiyle daha başka sorumluluklarının da kendisine yüklenmesine neden olmuştur. Kaldı ki bunlar sorumluluk olmaktan çıkıp birer mecburiyet haline dönüşmüştür. Bu doğrultuda toplumsal cinsiyet rolleri ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu roller, biyolojik cinsiyetlerimizden farklı olarak toplumun bizlere dayattığı rollerdir.

Kadının insan olması sebebiyle var olması gereken haklarını savunmak için, öncelikle toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması gerekmektedir. Kadının, toplumun her alanında eşit temsiliyet hakkını kazanması yalnızca kadınların savunması gereken bir dava olmamakla birlikte bu görüşün, toplumun her katmanında kabul görmesi gerekmektedir. Kadınların yanı sıra erkeklerin de eğitilmesi, kadına bakış açılarının değiştirilmesi açısından son derece önemlidir.

Cinsiyetler arasında bu eşitliğin ve adaletin sağlanması adına yıllar içinde pek çok sözleşme kabul edilmiştir. Bunlara örnek olarak Birleşmiş Milletlerin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, 2010 Türkiye Bin Yıl Kalkınma Hedefleri, İstanbul Sözleşmesi, Toplumsal Cinsiyet Ulusal Eylem Planı verilebilir. Fakat geldiğimiz noktada tüm bu sözleşmelere rağmen biz hala kadının toplumdaki rolünü, olması gereken yeri, yaşamaması gereken mağduriyetleri konuşmak, savunmak durumunda kalıyoruz. Çünkü yüzyıllardır var olan bu ayrımcılık, toplumun her kesimine empoze edilmiş durumda. Esas üzerinde durulması gereken mesele zihniyet temelli ayrımcılıkla mücadele etmektir. Kadınların haklarını savunan kadınlar dahi kimi zaman kendisi bile farkında olmadan bazen sözsel bazense davranışsal olarak bu ayrımcılığı yinelemektedir. İstatistiklerse ülkemizde kadınların durumunun hiç de iç açıcı olmadığını sayısal verilerle kanıtlamaktadır. İşgücü içerisindeki her 10 kadından yalnızca 3’ü istihdama katılabiliyor. Kadınların istihdama katılım oranı yüzde 29,4 iken erkeklerin istihdama katılım oranı yüzde 65,7’dir. Aradaki bu büyük farka gösterilebilecek haklı bir sebepse maalesef bulunmamaktadır.

Hemen herkesin belki de aşina olduğu durumlar sosyal hayatın her noktasında karşımıza çıkmaktadır. Örneğin aile içinde; artık kadınların da ev geçimini sağlamak amacıyla çalışıp para kazandığı evlerde dahi çocukların sorumluluğu, ev işlerinin yükümlülüğü kadınların omuzlarındadır. Modern diye tanımlayabileceğimiz eşlerse bu gibi durumlarda kadınlara yalnızca ‘’yardımcı’’ olmakla yetinmektedir. Üstelik kadınlara ev içinde yüklenen bu roller, evlilikten bağımsız olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı yaşlarda iki küçük çocuğu düşünürsek, kız çocuğuna oynaması için oyuncak bebek, oyuncak tencere tabak seti alıp, sofra toplanırken annesine yardım etmesini beklerken; erkek çocuğuna oyuncak tabanca, araba alıp babasıyla futbol maçı izlemesini sağlarız. İşte bu yaşam biçiminin daha küçük yaşlarda empoze edilmesiyle, toplum genelini bürüyen yanlış bir zihniyet yapısı oluşur.

Eğitim olanakları konusunda da maalesef ki hala ülkemiz genelinde eşitlik sağlanamamış, kız çocuklarının okullaşma oranı yeterli seviyeye ulaşamamıştır. Hala birçok ebeveyn, kız çocuğunu okula göndermeyi gereksiz bir masraf, zaman kaybı olarak görmektedir. Halbuki günümüz koşullarında ev geçiminin sorumluluğu, maddi destek kaynağı yalnız erkekler değildir. Kadınlar evlenmeseler, aileleriyle yaşamasalar da ayakları üzerinde durabilmektedirler. Maddi gelir sağlamak, kadınlar tarafından omuzlansa da kadınlara yüklenen roller maalesef ki erkekler tarafından omuzlanamamaktadır. Kaldı ki bir erkeğin bu konuyu kadın bakış açısıyla yorumlaması, onu desteklemesi dahi hoş karşılanmayabilmektedir.

Çalışma hayatında; aynı donanıma sahip olsa bile maalesef ki kadınların bazen yalnız cinsiyetleri sebebiyle, bazen toplumun o cinsiyete bakış açısı sebebiyle, bazense yine aynı toplumun o kadına yüklediği daha başka sorumluluklar sebebiyle erkeklerle aynı şartlarda çalışamamaktadır. Kadınların iş hayatında kendilerini kabullendirmeleri erkeklere göre çok daha zor olmaktadır. Engelleri aşıp çalışabildiğini varsayarsak da iş hayatındaki yükselişi erkeklerle aynı şartlarda olamamaktadır. Ülkemiz iş hayatında özellikle yönetici konumundaki kadın sayısı, erkeklere oranla oldukça düşüktür. Ayrıca, bu durumun geçmişten bu yana oransal olarak kadınlar lehine bir değişiklik göstermediği görülmektedir. Mesleğinin en üretken dönemine ulaştığında bir çocuk sahibi olduğu takdirde kadının önünde iki yol oluşacaktır. Ya çocuğunu ihmal edip mesleğine dört elle sarılacak ya da mesleğini ikinci plana atıp bütün ömrünü çocuğuna adayacak. Fakat erkekler, babalar hayatlarının hiçbir noktasında böyle bir ikilemle karşılaşmamaktadır. Çünkü maalesef ki çocuğun bakımı anneye yüklenmiş bir vazifedir. Çocuğun iştahsız olması, yeteri kadar kilo alamaması, agresif bir birey olması gibi sorunların muhatabı anne olmaktadır.

Gelişen teknoloji sebebiyle de tüm bu alanlarda yaygınlaşan toplumsal cinsiyet rolleri, medyanın yansıtmasıyla daha da normalleşmeye başlamıştır. Örneğin her gün yayınlanan reklamlarda; evin işlerini yapıp yorgunluktan tükenen bir kadının kurtarıcısı, lekeleri çıkarmakta çok başarılı olan bir erkek olur. Medyada kadın ya özverişli bir anne ya erkeğin dikkatini çekebilecek bir nesne ya da erkek şiddetinin kurbanı olarak görünür. Çocuklar için yapılan çizgi filmlerde, şarkılarda dahi anne çocuklarla uğraşıp yemek pişirirken, baba bütün gün dışarıda evini geçindirmek için çalışır. Oysa ki kadınlar, tüm bu kalıpların çok daha ötesindedir. Hayata yalnızca ondan beklenen sorumlulukları yapmak için gelmemiştir. Hayatının seyrini değiştirmek yalnız ve yalnızca kadının elinde olmalıdır. İsterse hayatta var olma sebebi yalnız anne olmak da olabilir, çocuk sahibi olmak istemeyip kariyer planlarına da odaklanabilir.

Peki ne mi yapılması gerekiyor? Yıllar içinde kalıplaşmış cinsiyet algısından arınıp, kadının toplumun her alanında istediği noktaya gelebileceğinin bilincinde olunmalıdır. Bunu bazen bir çocuğu yetiştirirken, bazen arkadaşımızla konuşurken, bazen erkek kardeşimizle tartışırken bile sağlayabiliriz. Ataerkil düzene alışmış toplumlarda bu düzenin ve eşitliğin sağlanması pek tabii kolay olmayacaktır. Fakat cinsiyet rolleri nasıl ki yıllar içinde kalıplaşmışsa, bunu yıkıp eşitlik algısını yeniden inşa etmek de yıllar alacak olabilir. Öncelikle biz kadınlar kendi gücümüzün, yaptıklarımızın ve yapabileceklerimizin bilincinde olur, bu inançla hayata bakarsak; çevremizdeki tüm algıları da eşitsizliği de yine biz ortadan kaldırabiliriz.

Amelia Earhart, ‘’En zoru harekete geçme kararıdır, geri kalanı ise sadece kararlılık meselesidir.’’ demiş. Biz kadınlar eşitsizlik ve haksızlığın bilincinde olur, bu düzeni değiştirebileceğimizin gücünü içimizde hep hissedersek; kararlı yolumuzdan biz dönmedikçe, kimse döndüremez. Çünkü kadınlar, sanıldığının aksine çok güçlüdür. Bu güçse yalnızca bizim kararlılığımızla ortaya çıkabilecektir.

Av. Begüm Gürel (LL.M.) & Hukuk Fakültesi Öğrencisi Gamze Bakkal

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi girin.
You need to agree with the terms to proceed

Menü